*Hangi Ders: K.S.K.S. Profesörlüğü [benden önce başvurulmuş ancak ona bir cevap verilmediği için benim de başvurmamda sakınca yoktur umarım]
*RPG:
Her gün gözlerini doğan güneşi karşılayacak bir şekilde açmak değil de, gecenin içinde parlayarak kendine hayran bırakan ayın yükselmesiyle birlikte açmak beni hiç rahatsız etmiyordu artık. İlk başlarda çok olmasada zorlamıştı bu durum beni, ancak oldukça kolay adapte olmuştum bu duruma. Bu benim için en doğrusuyudu belki, bir insan olarak yaşamaktansa bu şekilde bir yaşamın bana bahşedilmesinden memnuniyet duyuyordum. Küçük bir kızken annemlerin, büyük büyükannem hakkındaki konuşmalarına kulak misafiri olduğumda ne dedikleri hakkında en ufak bir fikre sahip olmayan ben, şu an itibariyle neden bahsettiklerini kavrayabiliyordum. Tamamen dönüştürülmemiş olsamda, vapmirlik damarlarımdaki kanda olmasa da, her zaman için benliğimin bir köşesi bir gün bunun olması için umut besliyordu sanırım. Her zaman hazırlıklıydım bu duruma içten içe, şimdi ise gerçeklersen dileğimin tadını çıkartıyordum.
Aslında büyükanne'yi çok severdim, yaşına karşın oldukça çekici ve güzel gözükürdü gözüme. Ne zaman o bize gelse yada onu görmeye gitsek benim onunla yanlız kalmama hiç bir zaman izin vermezlerdi. Bu gizem yetmezmiş gibi bir de onun arkadasından konuştuklarını duymak içimdeki merak ateşi alevlendirmişti. On beş yaşımdaydım sanrım, büyükanneye kaçıp neler olduğunu öğrenmek için karşısına dikilmiştim. İşte o dakika tüm hayatım değiştirecek olan şey karşımda duruyordu. Büyükannem - o zaman büyük büyükanne olduğunu da öğrenmiştim- bir vampirdi ve bu gerçeği öğrendiğim zaman ondan hiç korkmamamıştım. Tek ağzımdan çıkan cümle "Beni de dönüştür!" olmuştu. Çok genç olduğum bahanesiyle geçiştirmişti o an için bu kaçınılmaz değişimi, ancak ben peşini bırakmamıştım. Yıllar birbirini takip ederken bende büyükanneyi takip eder olmuştum....
Sonunda istediğimi aldım, ilk başlarda hissettiğim suçluluk duygusunu da aşmıştım ancak bir türlü kendimi ve varlığımı sorgulamayı kesemiyordum. Olduğum şeyden memnundum ancak varlığımı sürdürebilmekmek için "kan"a bağlı olmak en çok canımı sıkan şeydi. Gençken susuzluğumu gidermek için gözümü bile kırpmadan saldırdığım kişiler önemsizken, zaman ilerledikçe değişen düşüncelerim birilerinin hayatlarına mal olan kendi yaşantımı gözden geçirmeme neden oluyordu. Tüm bu sahip olduğum insanüstü yeteneklerimi bir yandan sevip bir yandan varlığımı sorgulamam kendi içimde çelişki yaratıyordu. Bu nedenle çok sık düşünceleri içinde kaybolan biri olduğum söylenebilirdi. Gözlerim yatağımın tam karşısında duran pencereye kaydı.Gökyüzünde yükselmiş olan ay, benim vaktimin geldiğinin habercisiydi. Kapıdan çıkmak pek alışkanlıklarım dahilinde değildi, meraklı komşularım nedeniyle alışkanlık olmaktan çıktı da denilebilir tabiki... Bu nedenle her zaman yaptığım gibi "benim" yolumun başlangıcı olan, ıssız bir sokağa açılan arka ondanın penceresine yöneldim ve kendimi boşluğa bıraktım. Tek bir ses çıkarmadan gerçekleşen düşüşüm, vampir olmanın bana sağladığı güzelliklerin sadece ufak bir parçasıydı.
Geceleri dolaşmak benim için bir zorunluluk değildi ancak sokakların tek hakimi olarak etrafta dolanmak oldukça çekici geliyordu, kimseden korkmadan hatta korkutan olarak sessiz sokaklarda yürümek... Süt beyazından daha da açık renkteki tenim için zararlı tek şey gümüştü, güneş değil. Güneşin sokağın her köşesine ışığını yayma hevesiyle parladığı zamanlarda, geceleri olduğu kadar özgürce dolanamasam da , - bu arada sanılanın aksine güneşle direk temas anında beni buharlaştırmaz- kısa süreli güneşin etki alanına girmem büyük bir sorun yaratmıyordu. Kısaca geceleri dışarı çıkmaktan hoşlanıyor olmak tamamen benim karakterimin getirisi olan bir şeydi, tıpkı bu gece olduğu gibi...Issız sokaklar uzun zamandır - yüzyıl kadar zamandır- benim krallığımdı. Kimsenin şaşkın bakışları üzerimde olmadan istediğim yere girebilir, istediğim yere tırmanabilirdim. Bu gece sadece oturup düşünmek istiyordum, bu nedenle içinde bulunduğum şehirin en sevdiğim yeri olan saat kulesi bu geceki rotamın kaynağıydı. Gecenin ilerleyen zamanlarında ne yaparım bilemiyordum, şimdiyi yaşamak gerektiğine inananlardanım. İnanç kelimesi, çok uzun zamandır aklımda yanıt bulmayı bekleyen sorularım gün yüzüne çıkmasına neden olmuştu. Üstüne üstlük bir de kilisenin yanında geçmek zorundan kaldığım için artık beynime hücum etmelerini sonlardırmam imkansızdı...
Serin gecenin altında esen rüzgar, güneşin batmasıyla birlikte kırmızıya boyanan gökyüzüyle aynı renkte olan saçlarımı uçuşturuyordu. Bense üşümek nedir bilmeden kulenin tepesinde otururken, sadece bir noktaya odaklanmıştım. Az önce yanından geçmek zorunda kaldığım kilise tam karşımdaydı ve ben içimdeki öfkenin uyanışı nedeniyle başka bir yere bakamıyor, başka bir şey düşünemiyordum. İnsanların körü körüne böyle bir şeye kendilerini kandırmaları oldukça uzun zamandır beni rahatsız ediyor, hatta tiksindiriyordu. Eğer bir Tanrı varsa yukarıda ve kendi yaratısı olan insanların benim gibi bir varlığın yiyeceği konumuna düşmüş olması onu alakadar etmiyorsa bu benim için büyük bir problemdi. Olduğum şeyden hoşnut bir konumada bulunuyor olmam benim dışımdaki kimseyi düşünmeyeceğim anlamına gelmezdi. Bu nedenle Tanrı'nın şu an benim gözümde bulunduğu konum bir hiçti, ona saygı gösteren insanları umursamaz tavrı benim açımdan onda saygı gösterilecek ne varsa alıp götürüyordu.
Aklımda bu düşünceler dolanırken, hiç tereddüt duymadan bir anda harekete geçtim. Kendimi saat kulesinden aşağıya bırakırken, düşmenin hızıyla hissettiğim soğuk rüzgar kendimi daha da iyi hissetmemi sağlamış, verdiğim kararın doğruluğuna inancımı bir bar daha yükseltmişti. İçimdeki sinir duygusu benliğimi ele geçirdiğinde kimsenin yanıma yaklaşmaması en iyisiydi. Çünkü istersem engel olabileceğim bu duygu, benim için uyuşturucu bağımlılığı gibi bir şey olmuştu. Hiç bir zaman kasıtlı olarak sinir katsayımı arttırmazdım, sadece ortaya çıktığı zaman beni ele geçirmesine izin verirdim. Sadece buna yeticek metanetim vardı. Gözümü karartan bu duygunun beni çepeçevre sarmasıyla birlikte boş sokaklarda, görülemeyecek kadar hızlı bir şekilde ilerliyordum. En ufak bir sekme olmadan kilisenin kapısında durduğum zaman, yorulmak nedir bilmeme rağmen, akciğerlerimi tamamiyle boşaltan ve içimdekinin esen rüzgara karışmasını sağlayacak -eski alışkanlıklardan kalma- olan nefesimi güçlü bir şekilde dudaklarımın arasında salıverdim.
Bir adım sonra, az önce karşında bulunduğum kutsal(!) mekanın içerisindeydim. Uzun zamandır böyle bir mekanda bulunmamıştım, sanırım en son dönüştürülmeden önce girmiştim bir kiliseye... İşte hayat böyle bişeydi, ne zaman nerede karşına ne çıkaracağı belli bile olmazdı ve her zaman beni kandırmanın bir yolunu buluyor olması kesinlikle rahatsız ediciydi. Muggle'lar arasında yaşamak benim tercihim ve yeni bir şehre her taşınmam sırasında bu sefer kimseyi incitmemek adına kendime kurallar koyuyordum ancak birilerin yada bir şeylerin seni olmak için zorladığın kişiye her zaman bir bahanen olmasıyla aynı durumdu benim için gerçerli olan. Her zaman kendim kurallar koyar bunları yine kendim kırardım ve bunu da zavallı bir şekilde hayatın beni kendi istediği yöne yönlerdiriyor olduğu yalanıyla örtbas etmeye çalışırdım. Ama kim kendiyle savaşı sırasında kendinden bir şeyler saklayabilir ki...
İçinde bulunduğum binada canlı birisini bulmak planlarım dahilinde değildi sadece binadan çıkartıcaktım sinirimi. Ama kaderin oyunu işte, önüme daha cezbedici bir seçenek koymuştu. Usulca alıp verdiği nefesi, vücudunun yaydığı sıcaklık ve damarlarında dolaşan kan beni tamamiyle kendimden geçirmek için kullanılan birer çekicilik farktörü gibiydiler...Gözlerim kapalı bile yerini tespit edebileceğim kişi - tahminimce peder- şu an benim varlığımdan habersiz huzur içinde uyuyordu. Bu saatten sonra beni durdurmak tam anlamıyla imkansızdı, kan isteği boğazımı yakmaya başlamıştı ve gittikçe kötüleşiyordu. Kendimi daha fazla tutmanın bir yararı olmadığının farkına vararak karşımdaki kişinin uykusunda yakaladığı usulluğu bende şu an karşımda duran avıma eğlirken yakaladım...
Dişlerim boynundaki ince deriden damarlarına giden yolu bulduğu zaman, içime dolan sıcaklık kendimi mükemmel hissetmemi sağlamıştı. İçinde bulundağum zaman dilimi dünyadan kopuk gibi geliyordu; ne buraya gelmeden önce hissettiğim sinir, ne de burdan çıkarken hissedeceğim suçluluğun bir önemi vardı şu an tek önemli şey önümde duran varlığın kanını son damlasına kadar tüketmekti. Kafamın içinde düşüncelerimi yolladığım bir köşeden sıyrılmayı başaran sadece tek bir şey benim kontrollü olmamı sağlıyordu. Vampirler için ana kural; sadece avın canlı olduğu sürece kanını içebilirsin, yoksa onun bedeninde dolaşan ve benim sayemde az sonra kapısını çalacak olan ölüm, ölen kişinin kanının benim damarlarımda dolaşması ile birlikte benim de onunla öbür dünyaya yolculuğa çıkmama neden olurdu. Bu nedenle rahip son nefesini verirken benim dişlerim çoktan kendine yer bulmak için açtığı delikleri boş bırakmıştı bile...
Az önce ufak bir vahşete sebep olduğum kiliseden uzaklaşırken her zaman oluğu gibi, bir insanın benim yüzümden hayata veda etmesi nedeniyle duyacağım pişmanlık yavaş yavaş içimde büyümeye başlamıştı bile. Ama bu sefer bunun bir önemi yoktu, çünkü vermek istediğim mesaj açık olmasına rağmen yerine ulaşmasa bile ben elimden geleni yapmıştım. Tanrı uğruna kendi hayatından vazgeçmiş birini, -bunun hiç bir işe yaramadığının kanıtı olarak- Tanrı'nın umarsızlığı nedeniyle yaşamdan söküp almıştım. Kimse benim yaptığımı anlamayacaktı - şu yanı sıra bir cadı olma işi gerçekten işlevseldi - ama benim istediğim zaten bir insanın benim farkıma varması değil , nasıl olup da varlığımı gözden kaçırmış olduğunu farketmesi gereken Tanrı'nın anlamasıydı....