Şato gökemliydi, üzerinde ilerlediğimiz karanlık ama gökyüzünde tüm benliğiyle parlayan ay nedeniyle aydınlanmış göl huzur ise verici... Ayın parlaklığını taçlandırabilmek adına etrafını süslemiş olan yıldızlar göz alıcı, sakince esen rüzgar tüm serinliğiyle sonbarın kokusunu taşıyor, içinde oturduğumuz kayıksa tüm bu kusursuz ambiyansı bozmamak adına hafifçe gölün yüzeyinden akıp giden dalgalara ayak uyduruyordu. Bense tüm bunların farkına varabilmekten aciz bir şekilde, karşımdaki çocuğa kaçamak bakışlar atıyordum. Huşu içerisinde yola devam ederken ben, "Bu an hiç bitmese... "diye geçirdim aklımdan...Henüz tanışmamış olsak da karşımda oturuyor olması bile yeterliydi benim için... Ben böyle düşünürken hiç beklemediğim bir taraftan, beklenmedik bir cümle geldi. Hızla kafamı çevirdim, hayır bu bir hayal değildi. Karşımda oturan çocuk bana bakıyordu ve sarfettiği cümle bana yöneltilmişti.
''Masallara inanır mısın?''
Bir an ne dediğini anlayamamıştım. Nasıl bir girişti bu böyle... Karşımda tüm çekiciliğiyle oturan çocuk daha ilk cümlesinden ilgimi yitircek gibiydi. Sanki öylece oturup hiçbir şey yapmamak, benim içinde bulunduğum huzurlu ruh halinin aksine onda sabrısızlık yaratmıştı. Benim gibi ruh hali değişken bir insan için zamanlama çok önemliydi ancak karşımda duran ve beklemeye dayanamayan tatlı çocuk için önemsiz gibiydi. Elimde olmadan yüzüme yerleşen hayal kırıklığı ve saşkınlık içeren ifademden kurtulmak için çabalayan ben, karşımdakinin yaptığı gibi aklına ilk geleni dudaklarımın arasından salıvermiştim.
''Şey...Tabiki de hayır.''
Aklıma söyleyecek başka bir şey gelmemişti. Ama doğruyu söylemiştim en azından...Bu sohbetin nereye varıcağını merak ediyordum. İlginç bir başlangıç yapmıştık, heralde sonu da ilginç olurdu. Ben kendi düşüncelerimle meşgulken, tam emin olamamakla beraber, bir başka sorunun bana yöneltildiğini sandım. Alışkanlık olarak bir "Efendim?" çıktı ağzımdan bu sefer. Gelen cevap umduğum gibi oldukça ilginçti.
''Güzelliğinin mutlu sona ulaşacak denli bir masal olduğunun hala farkında değil misin?''
Ah, gerçekten çok tatlıydı bu çocuk fakat romantizm pek benim tarzım değildi. Bu sözcükler bir başkasının acayip mutlu olmasını sağlardı, emindim. Ancak gel gör ki bende karşımdakine duyduğum ilgiyi azaltma gibi bir etki yaratıyordu. "Ah, Rose. Gerçekten normal biri değilsin... Ne zaman kendine çekidüzen verip, yaptığın bu çocukluktan kutulucaksın?" dedim kendi kendime... Benden cevap gelmeyince çocuğun bakışları Jo'ya kaymıştı. O benim farkedemediğim bir şeylerin farkındaymış gibi dizlerine koyduğu dirseklerinin, çenesine dayadığı yumruklarına verdiği destekle birlikte, yüzünde bir gülücükle etrafını seyrediyordu. Ta ki ona yönelen bakışların farkına varana kadar. Az önce benimle konuşan çocuğun şimdi ona baktığını gördüğünde, alışılmışın dışında bir şekilde kendini konuşmaya zorunlu hissetmiş gibi, bir soru cümlesi çıkmıştı ağzından.
''Hey sen bakanlığın meşhur müsteşarı bay fidelio nun oğlu Anthony Fidelio değil misin?''
Ağzından çıktığı an kendide rahatsız olmuştu sorusundan, en azından ben öyle düşündüğünü sanmıştım. Fakat böyle bir şeyi neden yaptığının açıklaması hala adını bilmediğim çocuğun soru karşısında duyduğu rahatsızlıktan kararan yüzüyle birlikte, Jo'nun bunu nerden bildiğini sormasıyla ortaya çıkmıştı.
''Gazete de okumuştum safkan babanız muggle doğumluların tekrar kayıt komisyonuna alınması için başvuruda bulunmuş. Bu biz safkanları derinden etkileyen bir etmen.''
Bu en başta sorduğu sorunun beklenmeyenliğinin aksine, oldukça beklenilen bir cevaptı Jo'dan gelen. Benim gibi onun da muggle doğumlulardan hoşlanmıyor olduğunu bilmiyordum. Fakat az önce duyduğum cümle kesinlikle benimle aynı düşünceye sahip olduğunun kanıtı niteliğindeydi. Ailem bu konuda oldukça katıydı, bu nedenle benim için vücudumda dolaşan safkan benim için onur kaynağıydı. Çünkü bana bu öğretilmişti. Merakla çocuğun cevabını bekliyordum. Ne uzun ne kısa, oldukça göz alıcı bir rengi olan saçının alnına düşmüş kısmını düzelttikten sonra bu konu hakkındaki kendi düşüncelerini belirtti.
''Evet ama ben babamın laflarının altında kalacak bir küstah değilim. Safkan olabilirim ama büyüyü bilen her insan zekasıyla bu yolu aşmış demektir. Böyle alenen laflar etmenize gerek yok. Büyü zeka ister zeka ise dilimizin ucundan bir mızrak gibi çıkan laflarda ve asayı tutan parmaklarımızda gizlidir..! "
Bu süslü cümlelerle dolu konuşmasından sonra, söyleminin beni etkilemesini bekliyormuşcasına bakışlarını üzerime çevirdi. Etkilenmekten çok şaşırmıştım. Zekayı savunan bir yapısı vardı, evet bu oldukça çekiciydi. Ancak anladığım kadarıyla kanın değeri onun için önemli bir etken değildi. Bu da ileride aramızda büyük sorunlara yol açabilecekmiş gibi gözüküyordu.
"Demek düşüdüklerini özgürce savunmak senin tarzın değil öyle mi? Ben de Jo ile aynı fikirdeyim ve bunu tereddütsüz söyleyebilirm..." dedim ciddi bi yüz ifadesiyle birlikte. Az önce benim şaşırdığım gibi, o da benden böyle bir cümle beklemiyordu ki şaşkınlık yerleşmişti yüz ifadesine. Durum böyle olunca, en sevimli tavrımı takınıp konuyu değiştirdim. Aslında az önce yanıtını aldığım bir soru sorucaktım, ama sonuçta resmi olarak tanışmamıştık.
"Ah, hala tanışmadık değil mi? Ben Clementine Rose.." dedim yüzümde meleksi bir gülücükle...